23.09.2005

Kardelenler

İzmir’in güzel insanları ve Sezen Aksu oradaydı...Tıklım tıklımdı Fuar Açıkhava. Bütün gece gizli gizli ağladım. Çok dokundu.

Bazı şeyleri her daim elimizin altında, kolayca buluverdiğimiz için mi hep varolduklarını sanıyoruz? Bu yüzden mi değerini bilmiyoruz? Ben hiç “okula nasıl giderim?” diye sormadım. İhtiyacım olan destek yanımdaydı. Bu destekle ilerledim. Sevmediğim bir şeyi yapmaya zorlanmadım hiç. En kötü hatalarımda bile elimden tutup kaldırdılar beni. Öylesine katıksız bir sevgi ve güven gördüm. Sahip olduğum özgürlüğü kanıksamışım. Yeniden hatırladım bu gece. Kendimi şanslı hissettim, bir o kadar da suçlu, batan gemiden ilk önce kaçan fareler misali...İzmir cadısı kendini kurtarmış ama bulunduğu coğrafyayı yaşanılır kılmak için ne yapmış? İşte konsere gelmiş, birkaç kere ders vermiş, birkaç kere de küçük bağışlar yapmış. Sonra da tıpkı kalabalığın yaptığı gibi unutmuş bunları, vicdanı rahatladığı için. Çabalamadan elde ettiği eğitim özgürlüğünü şımarıkça harcayan insanlara karşılık okuma yazma bile bilmeyen bir milyondan fazla kadın var. O kadınların binlercesi –evet resmi olarak binlerce- burada, İzmir’de benimle omuz omuza yaşıyor. Ben hergün kalkıp olmadık şeylerden şikayet ederken birileri hangi otobüse bineceğini bilmediği için o gün de evden çıkamıyor. Bunlara dayanamıyorum artık.

Kadınlara da özgürlüğün hediye edildiği bir ülke düşlemek çok mu fazla acaba? Biz adam olur muyuz? Lütfen biri evet desin. Herkes eşit olsun.

“.....
Her çiçeğin kar altından
Güneşe giden masalında
Yaşamak yeniden tazelenir
Yeniden anlamlanır
Işığa uzanırken kardelen
Kış rüyasından
Ümidin mucizesiyle
Sevince uyanır”

20.09.2005

benim hala umudum var...


Bir ömrün en uzun süreli ve belki de en sıkıcı eylemi büyümek. İnsan büyüme sürecini kaç yaşında tamamlıyor? Ben hala sonunu göremiyorum. Oysa büyümekte olduğumu gösteren pekçok belirti var. Çoktandır değiştiremeyeceğim şeylerin varlığını kabul ettim. Artık daha az şaşırıyorum, çok daha az “neden?” diyorum (hayret etmekten ne zaman vazgeçtim?). Bundan da beteri değiştiremeyeceğim şeylerin iyi yönlerini bulmaya çalışıyorum.

Yeni bir dönemeci göğüslemeye hazırlandığım şu günlerde yine deliler gibi korkuyorum (sol şakağımdaki beyazların sayısı beşi geçmiş, dehşetle izliyorum). İçine yerleştiğim bir düzeni bırakıyorum. Bazı şeyler artık eskisi gibi olmayacak. Başka insanları tanımayı seçtim. Göze aldıklarım beni mutlu edecek mi? Bil-mi-yo-rum. Bu deli cesaretimle hırçın inatçılığımı ne kadar sürdürebilirim? Bil-mi-yo-rum. Tam köklenmeye başlamışken beni alıp yine uzaklara atacak bu sorumluluğu istiyor muyum? Bil-mi-yo-rum. Şu yetişkin kuralları yüzünden yanıtlamak zorunda olduğum yüzlerce soru...Cevabı kendim bile bilemezken...Uyuyamıyorum!

Yüzleşmek istemediğinde bütün sorularını toplayıp başka bir semte, başka bir kente, başka bir ülkeye kaçıyor insan. Uzun zaman önce olduğu gibi başka birisi benim yerime karar versin, ne yiyeceğimi söylesin, beni şımartsın diyor. Bense bunlara inanamayacak kadar yaşlı hissediyorum. Yine de ayak diretiyorum.

Hala elma şekerini, pamuk helvayı, çikolatayı, Corto Maltese’yi çok seviyorum. Gülmeyi unutmuyorum, unutturmuyorum. Sabahın köründe üşenmeden uyanıp çizgi film izliyorum. Sinir olduğum adamların fotoğraflarına kötü bıyıklar çiziyorum. Kedimi kızdırıyorum, onun topunu çalıp oynuyorum. Güzel yemekler yapıyorum, dostlarımla yiyorum. Herşeyden çok hayallerime tutunuyorum. Kitapları, insanları, hayvanları okumayı öğrendiğim gibi kenti, yapıları okumayı da öğrendim. Onların hikayelerini anlatmaya devam ediyorum. Seslerin olmadığı bir yerde dillerini çözüyorum. Bir taş yığınının ötesindeki yılları, onlara karışmış yüzleri sayıyorum. Ve eğer mümkünse o yılların hatırına tüm bu yaşanmışlığı biraraya getiriyorum. Gizliden gizliye aldığım şu minik gücü saklamak içimden gelmeyecek...

Farkındayım kendi kendime gülümsemem garip karşılanıyor. Bir köprüden geçiyorum yürüyerek, yüzüme güneş vurmuş. Hava o kadar güzel ki sanırsın bir yüzyıl sürecek. Varsın deli desinler bana. Ben içimden bağıra çağıra şarkı söylüyorum: benim hala umudum var...

11.09.2005

Eylül















Eylül yaklaştıkça içime gelip yerleşen sancı...Bir haftasonu o yolda yürürken ansızın dayanılmaz bir hal alıyor. O çok alıştığım sahil kasabasının en sevdiğim sokağına dalıyorum. Sitenin tabelası hala duruyor. Yerler parke taşlarıyla kaplı. Küçük bahçelerinin duvarlarından birkaç metre içeride yazlık evler var. Dikkatli bakarsam birbirinin aynı olanları bile görebiliyorum. Aslında bu da bir yanılsama. Hangi iki ev birbirinin aynı olabilir ki? İşte biri sapsarı diğeri beyaz. Birinin penceresinde tanımadığım bir çocuk var, öbürüyse boş- terastaki yaşlı teyzeyi son anda farkedip gülümsüyorum; bizimkisi göz aşinalığı sadece, yine de onu orada bulmak güzel. Havadaki deniz kokusuna yasemin ve hanımeli karışıyor. Çok derinden de yeni sulanmış toprağın kokusu geliyor burnuma. Öyle ya akşam oluyor, buralarda güneş batarken herkes bahçesini sular. Yoksa küser çiçekler...















Şu kısacık yolda yürürken eski bir dostu görmeyi ne kadar çok istiyorum... Gözlerim birilerini arıyor oysa kimse yok. Bazı evlerin kepenkleri hiç açılmamış, her tarafta sarmaşıklar. Nasıl içim acıyor. Sanki terkedilen benmişim gibi düğümleniyorum. Sokağın denizle kavuştuğu köşedeki eve bakamıyorum bile. Gözlerimi kaçırıyorum. Sırtımı dönmek de işe yaramıyor. Hiçbir şey kaybolmuyor işte. Hani ağlamamak için gözlerimi kırpıştırınca yaşları savuşturabilirim ya yine öyle yapıyorum. Gözlerimi açıp kapadıkça aklıma üşüşenleri kovalarım sanıyorum. Yüzümü kumsala çevirip yürüyorum. Ama attığım her adımda başka bir anı takılıyor ayağıma. Ne başımı sallamak ne de gözlerimi kapamak: Terasta oturmuşuz gülüşüyoruz, sen hiç unutmadığım o kokunu sürmüşsün. Güneşten burnun kızarmış bir de sağ kolun, şemsiyenin altına çekmeyi akıl edememişsin yine. İçeride annenin bıraktığı kurabiyelerden yiyoruz, yemek sadece vakit kaybı aslında yapacak onca şey varken... Kapının üzerinde bıçakla asılmış bir not “Banyodaydım”... Beklemişsin ve ben yine geç kalmışım. Birine dokunmanın hem masum hem de güzel olduğu günler. Sorumluluklar çok azmış biz dünyayı taşıdığımızı sanırken. Aramıza ne çok zaman girdi. .. Ne çok mesafe ve insan... Utanarak farkettim bugün her yıla birini sığdırmışım neredeyse. 12 yıl olmuş. Ben savrula savrula daha uzaklara gittiğimi düşünürken buradayım işte. Her Eylül’de tatilciler çekilip sahil boşalırken böyle mahvoluyorum. Evet kumsal sessiz, rüzgar da çok güzel. Ama yalnızlık neredeyse katılaşıp önüme dikiliyor. Deniz dalgalı lacivert, kayalarda balık tutanlar da yok tabii. Hele palmiyeler çırpınırken herşey daha da çekilmez oluyor. Tökezleye tökezleye yürüyorum kumlarda. Bir şey eksik. Sadece bir tek şey mi? Söyleyemiyorum. Dillendirmeyince kabul etme zorunluluğu da kalmıyor ortada.

Artık ayıramadığım şeyler var. Mesela yazın bitişi, senin yokluğun, gitme mecburiyetim, büyümek... Hepsi peşpeşe patlıyor kulaklarımda. Kumsalın başındaki lambanın altında durup sandaletlerimi silkeliyorum. Gitmek her seferinde daha da zor oluyor. Bunları bırakıp dönüyorum. Büyüyorum...

Geriye yalnız söylemek istediklerim kalmış... Hayatım boyunca ıskaladığım hiç kimse için pişmanlık duymadım. Ama galiba o günleri çok özlüyorum.